<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d17154474\x26blogName\x3dnekadinlarsevdimzatenyoktular\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLACK\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://zapaturco.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://zapaturco.blogspot.com/\x26vt\x3d6741905858712909815', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

Durmak Yok Evrime Devam

13 Mart 2009

Eğer hep beraber evrim teorisi yalandır diye bağırarak sokaklarda koşarsak bundan sonra insanlarla maymunlar akraba olmayacaklarmış. Hepimiz tanrı dağı kadar türk hira dağı kadar müslüman olacakmışız. Artık hiç sansür olmayacakmış çünkü ne Tübitak'a ne de Bilim Teknik'e gerek olacakmış; çünkü her şey Kuran'da yazıyormuş.

Ekonomiyle alakası olanlar Paul Krugman adına aşinadırlar. Kendisi dünyanın en meşhur iktisatçılarından biri ve 2008 nobel ekonomi ödülünün de sahibi bir abimiz. Yazdığı kitaplar Türkiye'de de yayınlanıyor. Geçtiğimiz günlerde de son kitabı olan "Bir Liberalin Vicdanı" yayınlandı.



27 Şubat 2009 tarihli Radikal Gazetesi'nin Kitap ekinde bu kitapla ilgili kapaktan bir yazım yayınlandı ama üzerindeki isim bana ait değildi; üstelik yazı sansürlenmişti.



Orijinali ise aşağıdaki gibi:



İngilizce karşılığı “özgürlükçü, serbestlik yanlısı” olan liberal kelimesi, Türkiye’nin ne siyasetinde ne de ekonomisinde gerçek anlamıyla kullanılmıştır. 12Eylül darbesinden sonra kapitalizmin faziletlerine vakıf olmuş eski solculara “liboş” denmesi veya Besim Tibuk’un anarko-kapitalizm anlayışını ülkemizde liberal demokrasi olarak pazarlaması buna örnektir. Günümüzde Türkiye’de liberal ya da liberal demokrat olarak tanımlayabileceğimiz (ki çoğunlukla yabancı dilde tedrisattan geçmiş olmaları tesadüf değildir) bir azınlık oluştuysa da liberal kelimesinin Türkçe’ye yanlış/farklı aktarımından dolayı farklı farklı isimlerle anılıyorlar.



En sonunda Nobel Ekonomi Ödülü’ne de layık görülen ve artık ekonomi alanında uluslar arası bir popstar haline gelen Paul Krugman, Literatür Yayıncılık tarafından Türkçe’ye çevrilen son kitabı Bir Liberalin Vicdanı’nda “özgürlükçü, serbestlik yanlısı” olan liberallerin sınırlarının ne olması gerektiğini, “gerekli şeytan” (necessary evil) denen devleti, toplumsal yaşamın kimi kilit noktalarından uzaklaştırmanın ne gibi sonuçları olabileceğini ABD örneğinden yola çıkarak anlatıyor.



Denetimsiz serbest piyasa ekonomisinin yarattığı anomaliler aslında yirminci yüzyılın başından beri bilinmesine rağmen, bu problemlerin uzun vadede yine piyasa dinamikleri tarafından çözüleceği görüşü hem sermayedarlar hem de azımsanmayacak kadar çok iktisatçı tarafından savunula gelmiştir (halbuki uzun vadede hepimiz ölüyüz).



Krugman’a göre bu problemlerin birincisi ekonomik büyümenin yarattığı artı değerin giderek daha az sayıda kişinin elinde toplanmasıdır. Toplumun bir bütün olarak çalışarak yarattığı gelirden aslan payının en tepedeki %10’luk kesimin cebine gitmesi sadece bir liberalin vicdanını değil gitgide toplumun tümünü rahatsız etmektedir. 2004 yılında gelir düzeyi en yüksek %10’luk dilimin gayri safi yurtiçi hasıladan (GSYH) aldığı pay %44,3. En tepedeki %1’in kasasına giren ise %17,4.



Birincisi, sermayenin giderek belli bir kesimin elinde yoğunlaşması modern parlamenter demokraside siyasi bir eşitsizlik yaratmaktadır. Zenginler, patronlar ve iş lobileri seçim dönemlerinde kendi çıkarlarını koruyan partilere çok büyük meblağlarda seçim yardımı yaparak partiler arasındaki rekabeti baltalamaktadır. Kaynakları daha geniş olan partiler daha etkili propaganda yapabilme imkanları sayesinde rakiplerinin önüne geçebilmektedir. Ve tabii ki yapılan bu yardımların karşılığı seçimlerden sonra meyvesini vermekte ve toplumun geniş kesimlerinin lehine ama seçim yatırımı yapabilecek paraya sahip zenginlerin aleyhine olabilecek düzenlemeler siyasi gündemden itinayla uzak tutulmaktadır. Üstelik bu karşılıklı ilişki burada da kalmamakta, Paul Krugman’ın Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü (Literatür Yayıncılık, 2001) adlı kitabında da bahsettiği “ahbap çavuş kapitalizmi”nin çarkları dönmeye başlamaktadır (Bkz: 27 yaşında bir gencin gemicik sahibi olması).



Bu siyasi eşitsizliğin ABD’de sürekli muhafazakar hareketin lehine işlemesinin çok ilginç başka sebepleri de var. En önemlisi ırk ayrımcılığı ve göç politikası. ABD’li zenciler sadece otobüslerde arka sıralara oturmak zorunda bırakılmıyorlardı; yakın zamana kadar oy verme hakkından da yoksundular. Aynı durum göçmenler için de geçerliydi. Krugman, 1920 yılında yetişkin ABD nüfusunun %20’sinin ABD dışında doğmuş kişilerden oluştuğunu ve bunların yarısının da ABD vatandaşı olmadığını söylüyor. Bunun dışında kalıp da oy verme hakkı olan alt gelir grubundaki insanların da seçim dönemlerinde baskı ve şiddete varan yöntemlerle oy vermesinin önüne geçilmeye çalışıldığını söylüyor. Tüm bunların sonucunda muhafazakar hareket 1920’lere kadar siyasi arenada mutlak bir hakimiyet kurdu. Hatta 1870-1920 arasında başkanlık seçimini kazanabilen iki demokrat parti adayı da aslında serbest ticarete inanan muhafazakar anlamına gelen “Bourbon demokratları”ydı. Bu temsil eşitsizliğinin giderilmesi ancak 1924 yılında ABD’ye olan göçlere sert sınırlamalar getirilmesi ve zencilerin oy verme hakkına kavuşmasıyla bir ölçüde dengelenebildi. Yine de muhafazakar hareket özellikle ABD’nin güney eyaletlerinde ırkçılığı körükleyerek etkinliğini sürdürdü.



Yukarıda işleyişi anlatılan sürecin biz fanileri etkileyen belli başlı yansımaları var. Bunlardan en önemlisi toplumsal sağlık politikası. Günümüzde pek çok gelişmiş ülke (bütün işleyiş aksaklıklarına rağmen Türkiye de) kapsamlı bir sağlık sigortası ağına sahip. Gelgelelim bu sigorta sistemine özel sektörün yaptığı saldırılar son yirmi yıldır giderek artıyor. Gerek herkese sağlık hizmeti alabilme garantisi sunulmasının, can derdine düşmüş insanlara sağlık hizmetlerinin ve sigorta poliçelerinin yüksek fiyatlarla satılabilme imkanını azaltması dolayısıyla sigorta şirketleri, gerekse patent hakları sayesinde yaptıkları yatırımın kat be kat fazlasını kazanan ilaç şirketleri, devlet tarafından sunulan sağlık sigortasına şiddetle karşı çıkıyorlar.



İşin ilginç yanı, dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’nin hiçbir zaman kapsamlı bir sosyal sigorta sistemine sahip olmayışı. 1920’lerde başlayıp 1970’lere kadar devam eden ve Krugman’ın Büyük Sıkıştırma adını verdiği dönemde üst gelir grubundakilerden alınan gelir ve intikal vergisi oranlarının yükseltilmesi ve buradan elde edilen gelirin alt gelir grubundaki ihtiyaç sahiplerine transferi yoluyla sosyal devletin temelleri atılmıştır. Büyük Sıkıştırma döneminin başarılı olma sebeplerinden biri zenginler hariç toplumun her kesimine fayda sağlamasının yanı sıra muhafazakar güney eyaletlerine yük bindirmemesi olduğunu iddia ediyor Krugman. Yüksek vergilere tabii tutulan zenginlerin büyük çoğunluğu kuzey eyaletlerinde yaşarken sistemin faydalarından yararlananların çoğunun güneyde yaşaması muhafazakar hareket ve dolayısıyla Cumhuriyetçi Parti’nin de sesini kısmış olduğunu belirtiyor. Ancak bu anlaşmanın da sınırları vardı. 1946 yılında Harry Truman kapsamlı bir sağlı sigortası tasarısı hazırladığında karşısına iki önemli muhalif buldu. Bunlardan biri üyesi olan doktorlar vasıtasıyla doğrudan hastalara yasa tasarısı hakkında olumsuz propaganda yapan Amerikan Tıp Derneğiyken, diğeri siyahlarla beyazların aynı hastanelerde tedavi görecek olmasına dahi tahammül edemeyen güneyli beyazlardı. Yine de 1970’lere kadar süren bu sessiz anlaşmanın, muhafazakar hareketin eskinin yaşlı para babası güneylilerin elinden çıkıp genç, dinamik ve medyatik yeni bir kuşağın eline geçmesiyle başladığını anlıyoruz. Bu yeni muhafazakr hareketin en önemli figürlerinden biri Ronald Reagan’dı. Büyük Sıkıştırma döneminin uygulamalarına ve getirdiği yeni anlayışa açıktan muhalefet etmeye başlayan ilk isim de oydu. Sosyal yardım uygulamalarına getirdiği eleştirileri anti-komünist politikalarla birleştirerek muhafazakar hareketi geniş halk kitleleri için muteber hale getirmiş; üstelik bunu açıktan ırkçılık yapmadan başarmıştı.



Bir diğer önemli husus da çalışan kesimin örgütlenmesinin önüne geçilmesidir. Krugman’a göre maaşlı çalışanların sendikalar vasıtasıyla hak araması sadece kendilerini değil, sendikalı olmayan çalışanları da pozitif yönde etkilediği gibi şirketlerin CEO’larından başlayarak ücret eşitliğini gözetmelerine yol açmaktadır. İşveren kesim doğası gereği sendikaya karşı olduğu için sendikalı işçi oranı arttıkça sendikalı olmayanları da kaybetmemek için onların ücretlerinde de iyileştirmeler yapmakta ve tepki çekmemek için üst düzey yönetici maaşlarına sınırlama getirmektedir. Sendikalaşmamanın ve ücret kontrolsüzlüğünün bedelinin ise gelir dağılımındaki eşitsizlikle sonuçlandığını savunuyor Krugman. Başka bir deyişle, toplumdaki her birey yüz yıl öncesine göre daha çok gelir elde ediyor ama artan gündelik ihtiyaçlarla da beraber, belirgin bir refah artışı yaşamadığı gibi gelir dağılımı her geçen gün zenginlerin lehine bozuluyor. Krugman bu adaletsizliğin Büyük Sıkıştırma dönemi uygulamalarıyla sınırlandırıldığını söylüyor ve verdiği rakamlarda kendisini doğrular nitelikte. 1920 yılında en zengin %10’luk kesim GSYH’den %43,6 oranında pay alırken, Büyük Sıkıştırma döneminin refah devleti uygulamarı sonucunda gelir vergisi oranlarının arttırılmasıyla aldıkları pay neredeyse yarı yarıya azalmıştı. Ve zenginlerden alınan yüksek vergilerin sosyal transfer harcamaları kapsamında alt gelir gruplarına aktarılmasıyla ulusal refahın bölüşümü daha adil bir duruma gelmişti. Fakat, 1970’lerden muhafazakar hareketin refah devleti anlayışına karşı çıkmasıyla beraber gelir dağılımındaki adaletsizlik 1920’li yıllardaki rakamlara geri dönmüş durumda.



Aynı eğilimi sendikal örgütlenme ve ücret kontrolünde de görüyoruz. Büyük Sıkıştırma döneminde sendikalaşmanın teşvik edilmesiyle beraber ABD’deki sendikalı işçilerin oranı neredeyse Avrupa ülkelerindeki oranları yakalayarak %30,4’e kadar çıkmış. 1999 yılındaysa bu oran dramatik bir biçimde düşerek %13,5’a inmiş. Benzer biçimde ücretlerin kontrol altında tutulması da gelir bölüşümdeki adaleti sağlamaya yönelik olmuş. 1950 yılında ABD’nin en büyük 50 firmasının CEO’su günümüz değerleriyle ortalama 1,2 milyon Amerikan Doları kazanır ve bu ortalama bir işçi maaşının 40 katıydı. 2000’li yıllardaysa bu oran 367 katına çıkmış. Ve bugün ABD’nin en büyük şirketi olan Wal-Mart’ın CEO’su Lee Scott’un 2005 yılında aldığı maaş tamı tamına 23 milyon Amerikan Doları. Krugman, şirket karlılığı üzerindeki etkisi belirsiz olan CEO’lara bu kadar çok maaş ödenmesinin ücret adaletsizliğinin en çarpıcı göstergelerinden biri olduğunu belirtiyor. Üstelik CEO’suna Türkiye’deki pek çok şirketin yıllık cirosundan daha fazla maaş veren Wal-Mart’ın işçilerine ödediği maaş (yıllık yaklaşık 18000 Amerikan Doları), otuz beş yıl önce General Motors’un işçilerine ödediği maaşın yarısından daha az.



Her ne kadar ekonomi konusunda dünya çapında üne sahip olsa da Paul Krugman’ın toplumsal armoniyi bozan bu sorunlar için şipşak bir çözümü yok. Çünkü en başta bahsettiğimiz siyasi rekabetteki eşitsizliği gidermek çok zor görünüyor. Tarihsel gelişim sürecinde incelediğimizde de bu sorunların çözümü için gerekli olan olağanüstü tedbirlerin genellikle olağanüstü durumlarda alınabildiğini görüyoruz. ABD’de bu durum farklı değil. Horace Mccoy’un “Atları da Vururlar” ya da John Steinbeck’in efsanevi romanlarında okuduğumuz vahşi kapitalizmin dizginlenmesi ancak Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği koşullarda mümkün olmuştur. Savaş ekonomisi sebebiyle devlet harcamalarının artması sanayicilerin iştahını kabartırken, ABD devleti bir yandan ücret kontrolü, diğer yandan sendikal hareketi kimi zaman açıktan destekleyerek hem bir denge siyaseti gütmüş hem de çoğunluğunu orta sınıfın oluşturduğu bir toplum yaratmıştır. Hatta savaş sonrası dönemin ABD başkanlarından Franklin Roosevelt, seçim kampanyasında doğrudan zenginleri hedef alan şu konuşmayı yapmıştır:



“Barışın sabık düşmanlarıyla mücadele etmek zorundaydık. Bunlar iş dünyasındaki ve finansal alandaki tekeller, spekülasyon, pervasız bankacılık, sınıf uzlaşmazlıkları, bölgecilik, savaş vurgunculuğudur.



Bunlar ABD hükümetini yalnızca kendi işlerinin bir eklentisi olarak görmeye başlamışlardı. Örgütlü para tarafından yönetilen hükümetin, organize bir suç örgütü tarafından yönetilen bir hükümet kadar tehlikeli olduğunu artık biliyoruz.



Bu güçler tarihimizin hiçbir döneminde hiçbir adaya karşı asla bugünkü kadar birleşmediler. Benden hepsi aynı ölçüde nefret ediyor, nefretlerini memnuniyetle kabul ediyorum.”



Krugman 1950’lere kadar devam eden bu sürecin tersine dönmesinin sebebinin zenginlerin siyasi rekabette yarattığı eşitsizlikle beraber, muhafazakarların, ABD’nin ezelden beri problemi olan ırkçılığı ve dinciliği alttan alta kışkırtmasına bağlıyor. Ve Bill Clinton gibi popüler ve güçlü bir başkanın bile herkesi kapsayan bir sosyal güvenlik yasasını parlamentodan geçiremediğini söylüyor. Yine de umudunu yitirmiş değil ve vicdanının sesini dinliyor. Kaldı ki şu anki durum yeniden radikal tedbirler almak için müsait görünüyor. Hem ABD ciddi bir ekonomik krizle boğuşuyor hem de sistemin başında hem ekonomik hem de toplumsal anlamda ayrımcılığa uğramış kesimin mensubu bir başkan var.



Bir Liberalin Vicdanı, hem dünyanın süper gücü ABD’nin sosyoekonomik gelişimini anlamak hem de “Küçük Amerika” olma sevdalısı Türkiye’de de işlerin ne kadar benzer yöntemlerle yürütüldüğünü görmek için ideal bir kitap.

Etiketler: ,

12 Kasım 2008

İçinde kedi resmi olmayan blog sayfası olur mu hiç? Bu tosun kızın adı Küllük. Renklerinden de anlaşılacağı gibi kendisi mahalledeki kedilerin ortak çalışması. Sokaktan geldiği halde diğer kedilerden ölümüne nefret eden Küllük Hanımın hobileri arasında balkon pervazına çıkıp martı ve kargalara racon kesmek, kendi halinde uçup vızıldayan sinek ve sivri sinekleri yakalayıp yemek bulunuyor. Derdini anlatacak kadar miyavca bilen Küllük bekar ve anne olma özlemini zaman zaman yüksek sesle dile getiriyor.

Yaklaşık bir buçuk yıl önce yaz sıcağından kaçmak için bahçede ağaç gölgesinde bezgin bekir modunda otururken çocuklar bir kedi yavrusu gösterdiler. Yaz ayları geldi mi bahçede kedi yavrusundan geçilmez zaten ama çoğu insana yanaşmaz; sevmek istediğinizde kaçıp giderler. Her nasılsa bu hayvancık kaçmıyordu. Daha doğrusu hayvancağızın kaçacak mecali yokmuş. Artık nerelerde yatıp kalktıysa bütün vücudu dikenli küçük topaklarla kaplanmış; dikenler yüzünden kendini de temizleyemediği için melül melül bize bakıyordu. Hayvanın üzerindeki dikenleri tek tek temizlemem yaklaşık bir saat sürdü. Süt falan aldım karnını doyursun diye ama kediciği sahiplenmek gibi bir düşüncem yoktu ve fakat karnı tok, sırtı pek diye doğal ortamına bıraktığım kedi nereye gidersem peşimden gelmeye başladı. Bacaklarıma sürtündü, ellerimi yaladı, hoplayıp zıplayarak tüm marifetlerini sergiledi.

Küllük Hanım'la olan maceramız böyle başladı. Ufacık tefecikken kül rengi olduğu için adını el birliğiyle Küllük koymuştuk ama büyüyüp serpildikçe felis domesticus familyasının tüm renklerini üzerinde taşıdığı anlaşıldı. Pembe patileri, ak gerdanı ve kocaman gözleriyle evimin gerçek sahibi artık. Gerçi kendisi beni annesi sansa da ben de kedi babası oluyorum. Eskiden evden çıkıp 15 gün dönmeyen ben şimdi en fazla bir gece dışarıda kalabiliyorum. Kedinin mamasını, suyunu, kumunu kontrol ediyor; sınırlı sorumlu bir hayat yaşıyorum.

İşte bir buçuk yılda el kadar bir kedi yavrusunu kocaman bir tosun haline getirmeyi başardım. Evin içinde oradan oraya koşturur. Ben gelince kapılarda karşılayıp olmadık cilveler yapar. Maması kalmadığında gelir miyav miyav derdini anlatır. Uyur, yalanır, uyur, yalanır... Şimdi de arkamda kalorifer peteğinin üzerine serilmiş yatıyor kuzu gibi. Kuzu kızım.

8 Kasım 2008

Kim senin yasanı çiğnemedi ki söyle,

Günahsız bir ömrün tadı ne ki söyle,

Yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen eğer,

Senle ben arasında ne fark kalır ki söyle.

Ömer Hayyam

In Jennifer Lopez We Trust

5 Kasım 2008



Jennifer Lopez isimli mabadı kendinden meşhur kadını hepiniz tanıyorsunuzdur. Kendisi şarkıcılığıyla meşhur ama hiçbir şarkısını bilmiyorum. Muhakkak kıçını kıvıra kıvıra şarkı söylediği video kliplerine televizyonda falan denk gelmişimdir ama gerçekten bir tane dahi şarkısını bilmem. Kaç tane albümü vardır bilmem ama şu işe bakın ki ta 2000 yılından beri hayatımda bir Jennifer Lopez gerçeği var.


Çünkü Jennifer hanımın oynadığı filmlerin sayısı büyük ihtimalle çıkardığı albümlerden fazla. Sonuncusu 2009'da gösterime girecek olan tamı tamına 25 filmi var Jennifer Lopez'in. Oynadığı televizyon dizileri de cabası. Üstelik bu filmlerde Morgan Freeman, Jack Nicholson, George Clooney, Sean Penn, Robin Williams, Robert Redford, Antonio Banderas, Richard Gere gibi Amerikan sinemasının kalbur üstü oyuncularıyla başrolü paylaşıyor. Sadece bu kadar mı? Tabii ki hayır! Para-normal, psişik bir karakteri canlandırdığı fantastik filmlerden koca dayağından kurtulmak için kick-box öğrenen bir kadına büründüğü gerilim filmlerine, babasız çocuğunu büyütmeye çalışan anne olduğu dram filmlerinden devasa bir anakonda yılanını alt ettiği korku filmlerine kadar her türlü film ve rolün altına girerek, standart manken-şarkıcı-oyuncu döngüsünün de dışına çıkıyor.


Evet, tüm bu gereksiz şeyleri biliyor olmamın sebebi, Jennifer Lopez'in hali hazırdaki 24 filminin sekiz tanesini izlemiş olmam elbette; ve bir tanesi hariç bunun için herhangi bir istek ya da çabam olmadı. Zaten o çaba gösterdiğim filmde de Jennifer Lopez'in oynadığından haberim yoktu. Yıllar önce (ben 1999 diye hatırlıyorum ama imdb'ye bakılırsa 2000 senesiymiş) Alkazar Sineması'nda The Cell diye bir film oynuyordu. Alkazar'da oynayan her filme gözü kapalı gittiğimiz yıllar. Euroimages desteğiyle çekilen filmlerin tamamı Alkazar'da gösterildiği için Hollywood dışında bir şeyler izlemek isteyenlerin adresi orası. İşte Jennifer Lopez'le ilk tanışmam da Alkazar sayesindedir. Bunca Avrupa filminin arasına Amerikan filmi de koyduklarına göre iyi bir şeydir heralde diyerek gitmiştim. Şimdi hayal meyal hatırlıyorum ama görsel açıdan epey tatmin edici bir filmdi The Cell.


Bundan sonra bir dört yıl kadar hayat normal akışında devam etti. Jennifer Lopez ismi benim için bana uzak bir şarkıcının adından başka bir şey değildi ama işte nasıl diyorlar, her şeyin bir şeyi varmış a dostlar. Sene 2004 olduğunda The Incredibles isimli çizgi filmi izlemek için Jülide'yle sinemanın yolunu tutmuştuk. Ben aşağıdan mısır alırken Jülide de salonu bulmak için ayrılmıştı. Mısırımı, suyumu alıp Jülide'yi beklediği salonun kapısında buldum ve yerimize geçip oturduk. Ortalık karardı, kimi filmlerin fragmanları ve reklamlar yayınlanmaya başladı ve sonunda yine Jennifer karşımızdaydı; yanında da Richard Gere. Sabırsızlıkla filmin başlamasını bekliyoruz ve fakat Jennifer Lopez'li filmin fragmanı bir türlü bitmek bilmiyor. Bitmediği gibi olaylar değişe değişe gelişiyor. Richard abi Jennifer ablayı tuttuğu gibi oradan oraya savuruyor ve biz yanlış filme girmiş iki salak olarak mısır yemeye devam ediyoruz. Üstelik çıkmıyoruz da. Ara veriliyor, ortalıkta hiç çocuk olmadığını hatta pek fazla kimse olmadığını fark ediyoruz. Zira film çok çok kötü. Böylece orijinali Japon yapımı olan (ki o da kötü bir filmdi) Shall We Dance filmi de sinematografime dahil oluyor.


Shall we dance'in travmasını uzun sire üzerimizden atamadık. Zamanla Jennifer Lopez Jülide'yle aramızda bir şifre, adeta bir kötü film izleme/izlettirme tehdidine dönüştü ama ne olduysa son bir senede oldu ve ben bir yıl içinde televizyonda altı tane daha Jennifer Lopez filmi izledim. Artık bu işte bir keramet olduğunu düşündüğüm için kanalı falan da değiştirmiyorum. Hatta kendisini güzel ve yetenkli bir oyuncu olarak görmeye bile başladım. Jennifer Lopez'e inandım, Jennifer Lopez'e sığındım. Geriye kaldı 16 film.

Etiketler:

Suret

Arama

Ardıl

Yorum

Arşiv

Okuduklarım

Yazayım